Ontolojik Olarak Sanat Nesnesine Kısa Bir Bakış
Kültürel diyaloğun güçlenmesi, sanatsal yaratımın özgürlüğünün vurgulanması amacıyla her yıl 15 Nisan’da Dünya Sanat Günü’nü kutluyoruz. 15 Nisan, sanat deyince bütün dünyada herkesin zihnine ilk olarak hücum eden imaj olan Mona Lisa’nın yaratıcısı Leonardo da Vinci’nin doğum günü.
Yüksek Rönesans’ın en üretken olmasa da en efsanevi karakteri hiç şüphesiz Leonardo da Vinci olarak tanımlanıyor. Leonardo’nun Rönesans’ı, Rönesans insanını, dehayı ve sanatı temsil eden, neredeyse kendi mitlerini yaratan bir karaktere dönüşmesi söz konusu. Büyük savaşların ardından sanat üretimi, estetik, müze gibi kavramların şeffaflaştığı ve birbirlerinin sınırlarını fütursuzca ihlal ettiği düşünülürse, 506 yıl önce ölen Leonardo da Vinci’nin herkesin uzlaştığı bir isim olarak konumunu muhafaza etmesinin önemi daha net anlaşılır.
Büyük Kırılma
Sanatın öznenin en güçlü ifade biçimlerinden biri olarak yalnızca estetik kategorilerin tahakkümünde değerlendirilmesi sınırlılıklar getirir. Kolektif hafızanın taşıyıcısı olarak sanat yapıtı güzellik ve çirkinlik gibi mefhumlarla sınırlandırıldığında ontolojik statü açısından doğru konumlandırılamaz. Son yüzyılda sanat Quattrocento’nun perspektife odaklanan temsilin gücüne dayanan ideasının oldukça dışına çıkmıştır. 1920’lerden itibaren Marcel Duchamp ya da Donald Judd gibi isimlerin çalışmalarıyla tartışmaya açılan gündelik nesnelerin sergilenmesi ile sanatın erişilmez kırılganlığına ilk büyük darbe vurulmuş olur. Böylece sanat, sanat praksisi, müze gibi kavramlar büyük ve bitmesi de beklenmeyen bir tartışmanın merkezine yerleşir. Dünya Sanat Günü’nü kutladığımız bu günlerde sanat nesnesi üzerine son yüzyılda etkili olan kuramları Martin Heidegger, Clement Greenberg ve Graham Harman ölçeğinde mercek altına alacağız.
Alman filozof Martin Heidegger sanat eserini sadece bir estetik fenomen olarak görmekten imtina eder ve onu varlığın formlarından biri olarak konumlandırır. Heidegger için sanat yapıtı, en yalın anlatımıyla nesne olmanın daha ilerisinde bir bütünlük taşır. Bu bütünlük içinde sanat eseri, varlığın kendini sunma ve görünür olma halidir. Böylece sanat, nesneye içkin ontolojik fenomeni ortaya koyarak, nesnenin hakikatini açığa vurur. Dolayısıyla nesne, kullanım alanına bağımlı olarak incelendiğinde varoluşunun gizil boyutları örtük olmaya devam edecektir. Fakat sanat eseri, nesneyi işlevinden soyutlayarak, onun taşıdığı hakikati aydınlatan bir üretimdir. Bütün bunların ışığında, Heidegger’in kuramında sıkça rastladığımız Yunanca gizlenmemiş manasını taşıyan aletheia kavramının, filozofun sanat anlayışını da kapsadığını söylemek olanaklı hale gelir.
Heidegger, Sanat Eseri’nin Kökeni (Der Ursprung des Kunswerkes) adlı incelemesinde Vincent van Gogh’un Bir Çift Ayakkabı başlıklı natürmordu üzerinden nesneler ve hakikatleri üzerine somut bir örneklemeye gider. Günümüzde Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi koleksiyonunda bulunan tabloda eski püskü bir çift ayakkabı yer almaktadır. Heidegger 1930’larda yazdığı metinde, tablodaki ayakkabıları bir köylüye ait olarak tanımlar. Filozof, toprakta çalışmanın ve arazinin şartlarının biçimlendirdiğini düşündüğü bu ayakkabıyı sahibinin çevresiyle kurduğu varoluşsal ilişkisellik bağlamına yerleştirir. Çiftçinin kullandığı ayakkabı sanat eserinin nesnesi haline gelerek kullanılabilirliğinden uzaklaşmış ve kendisine içkin anlamı görünür hale gelmiştir. Heidegger’in seçtiği tablodaki ayakkabıların bizzat Vincent van Gogh tarafından Paris’te bit pazarından alınmış olması sanat tarihçiler ve kuramcılar arasında tartışmaya sebep olmuştur. Fakat burada kaçırılmaması gereken konu, gündelik nesnelerin sanat eserine dönüşmesi ve onlarla kurulan ilişkiyi de birey açısından dönüştürmesidir.
Belirsiz Sınırlar ve Karşı Çıkışlar
Geçtiğimiz yüzyılın en önemli sanat eleştirmenlerinden olan Clement Greenberg 1960’larda malzemenin olanaklarının en saf haliyle ortaya konularak modern sanatın özününün yakalanabileceğini savunur. Öte yandan Greenberg, sanat nesnesini salt form olarak görmeyi “aşırılık” olarak niteler. Ona göre bu sanatsal özgünlüğe sekte vuran mekanik ve hatta teatral bir yaklaşımdır. Bu noktada Greenberg sanatın öz-biçimsel tabiatını göz ardı etmenin sakıncaları üzerinde durur ve farklı disiplinlerden yararlanmayı gereksiz bulur. Yaşadığı dönemin en önemli sanat hareketlerinden biri olan Fluxus üzerinden yazarın bakış açısını netleştirebiliriz. Hareketin kurucusu ve etkin isimlerinden George Maciunas sanatı bir eylem alanı olarak görür. Fluxus’un nesneyi deney ve oyun aracı olarak olay yaratmak üzere kullanması, Greenberg açısından sanatın özerkliğinin çözülmesidir. Postmodern yaklaşımları ve sanatın politik angajmana yönelmesini dışlayan Greenberg, düşünceleriyle bir yandan birçok çağdaşını etkilemiş, diğer yandan da birçok isim tarafından demode”bulunarak eleştirilmiştir.
Nesne Merkezli Ontoloji ve Güncel Estetik
Graham Harman’ın nesne merkezli ontolojisini incelediğimizde, nesneyi kendi içinde özerk bir mahiyette ele aldığını görürüz. Böylece gündelik hayat nesnesi salt bir kültürel kod olmanın ötesinde sanatın ontolojisine ilişkin bir veri olarak tasavvur edilir. Nesne, sanat pratiğinde her izleyicinin zihninde ayrı biçimde kavramsallaştırılsa dahi kendi aslından bir şey yitirmez. Harman’ın ontolojik bakışında Heidegger’in izlerini bulmak kaçınılmazdır. Ancak Harman’ın yaklaşımında nesnenin işlevinden bağımsız biçimde kendi iç gerçekliği ön plandadır. Böylece sanat eseri yahut sanat eserine konu olan nesne de doğrudan izleyicinin algısıyla sınırlandırılamaz. Anish Kapoor’un 2006 yılında yaptığı Cloud Gate isimli çalışmasını Harman’ın kuramı dahilinde irdelediğimizde heykelin çevresiyle oluşturduğu etkileşimin bir ilişkiler ağı kurduğunu ifade edebiliriz. Heykelin yansıtıcı yüzeyi, mekâna olan etkisi, kütlesel tavrı onun ontolojik varlığını şekillendiren asli unsurlardır. Harman’ın kuramının sanatı ve nesneleri fenomenolojik indirgemelerden arındırıp kendi başlarına var olan fenomenlere dönüştürmesi, kendisini Heidegger’ci yaklaşımdan uzaklaştırır.
Teknolojinin hızı ve yeni medya araçlarının da hayatımıza girmesiyle sanatsal yaratım dinamik bir yaratım süreciyle ilerliyor. Geleneksel kanonların, estetik kuramların sanat pratiğinde hala pozisyonunu bir ölçüye kadar koruması gündelik nesnelerin sanatla kurduğu bağı koparmıyor. Gündelik nesnelerin yaratım süresine sızması hala tartışmaların odağında yer alıyor. Gerek teorik, gerekse pratik açıdan sanat alanına girmesi felsefi ve ontolojik açıdan yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor. Klasik normların tümüyle reddedilmesinden ziyade, praksise eklemlenen güncel nesnenin ontolojik varoluşu yeniden tanımlanmaya ihtiyaç duymasıyla, tartışmaların ortasında kalmaya devam edecek gibi görünüyor.
Aslı Bora
Kalyon Kültür Sanat Yönetmeni

